SAHİBİNİ UNUTMAYAN KÖPEK
Küçük bir Anadolu kasabasında oturuyorduk. Bahar gelmişti. Evimizin bahçesindeki çelimsiz kayısı ağacı çiçekler içindeydi. Bahçeyi belletmiştik. Kendi elimle soğan, marul falan ekecektim. Gerekli şeyleri aldım, bahçeye indim. Halil, iniltiye benzeyen bir ses duydum. Nereden geliyordu? Şöyle bir bakındım, bir şey göremedim. Küçük bir hayvan yavrusunun sesine benziyordu. Dikkat ettim, çalıların arasından geliyordu ses. Bakınırken çalıların kıpırdandığını gördüm. Ortaya bir köpek yavrusu çıktı. O kadar küçüktü ki daha gözleri bile açılmamıştı. Rengi siyahtı. Başının üzerinde, sağrısının iki yanında iri, beyaz benekler vardı. Sızlanıyor, kıpırdanıyor, çok ince bir sesle ağlıyordu…
Eşim bahçeye inince yavrucağı ona da gösterdim. Toprak üstünde yürümeye çalışıyor, düşüyor, inliyor, sızlanıyordu. Çok acıktığı belliydi.
Eşim dedi ki:
“Bunun hâli ne olacak? Nereye gidebilir? Kime sığınabilir? Besleyip büyütelim bari. Hem bize can yoldaşı olur.”
Bahçe kıyısına bir yer yaptık. İçine yerleştirdik. Sütle besledik. Birkaç gün sonra gözleri açıldı. Ayaklarının üzerine daha sağlam basmasını öğrendi.
Her birimiz ayrı bir isimle çağıyorduk. Kimimiz “Minnoş” kimimiz “Tombul” kimimiz de “Mercan” diyorduk. Gel zaman git zaman, öteki adlar unutuldu. Mercan ismi kaldı yalnız. Gün geçtikçe büyüdü, gelişti. Orta boyda alacalı bulacalı bir köpek oldu. Dışarı çıkarken daha biz kapıyı açmadan nerede olursa olsun fırlıyor, boşluktan üzerimize atlıyordu.
Eşimle birlikte sabahleyin evden ayrılır, işimize giderdik. Bizi kapıya kadar izler, biz “Haydi Mercan yuvana git!” dediğimizde gider, kulübesinin önüne çömelirdi. İşten döndüğümüzde bizi karşılayışı bir alemdi. Havlar, koşar, yatar, sıçrar, üzerimize atılırdı. Gün boyunca bizi çok özlediği belliydi. Biz de eli boş gelmez, ona yiyecek bir şeyler getirirdik. Hemen her şeyi severdi. Çikolatayı, çay şekerini, bonbonu, kestaneyi, yaş üzümü yerdi. Çoğu zaman kâğıt şekerleri soyduktan sonra havaya atar, fırlayarak yakalayışını gülerek seyrederdik. Şekeri kapar, sıçrar, yere bırakır, tekrar kapar, yanımıza gelirdi. Yapmadığı maskaralık kalmazdı.
“Ah seni yaramaz seni!” derdik. O atılır bacaklarımıza sürtünürdü.
Aradan bir yıl geçti. Mercan bayağı büyümüştü. Öteki köpekler gibi kalın kalın havlıyor, bahçe
duvarından atlayan kedileri kovalayarak korkutuyordu. Fakat eski sevimliliğe, maskaralığa devam ediyordu.
Bu sırada bizim tayinimiz çıktı. Yol hazırlığına başladık. Mercan’ı götürecek miydik? Hayır. Gideceğimiz kent hem büyük hem de uzaktı. Onu ortada bırakmaya da gönlümüz razı değildi. “Ne yapsak, ne etsek?” diye düşünürken aklımıza Emin Efendi geldi.
Ona gittik:
“Köpeği sana bırakacağız ama ona iyi bakacaksın.” dedik.
“Hay hay!” dedi. “Benim de zaten o köpekte gözüm vardı. Hiç merak etmeyin. İyi bakarım ona.”
Biz kasabadan ayrılınca gelip köpeği götürecekti. Eşyalarımızı toplarken, kamyona yükletirken Mercan’da bir başkalık belirdi. Sanki olup bitenleri, kendisini terk edeceğimizi anlayıvermişti. Neşesinden eser kalmamıştı. Bir kenara çekilmiş, yükletilen eşyalara, eve girip çıkanlara sessizce bakıyordu. İltifatlara, takılmalara karşılık verdiği yoktu.
Yükleme işi tamamlanınca konu komşuyla, bizi geçirmeye gelenlerle vedalaştık. Kamyona geçip
oturduk. Mercan ilk defa çömeldiği yerden kalktı. Kamyona tırmanmaya çalıştı fakat beceremedi. Hareket ettik. O da bir müddet arkamızdan koşturdu. Bir yandan da acı acı havladı. Uzaklaştık. İki yılımızı geçirdiğimiz bu küçük kasabayı ve sevgili köpeğimizi dağların arkasında bıraktık.
Aradan iki yıl mı yoksa üç yıl mı geçmişti. Anadolu’da bir geziye çıkmıştık. Yolumuz eski kasabamıza da düşmüştü. Birkaç saat kaldık orada. Eski ahbaplar bizi lokantaya davet ettiler. Yemek yerken bir garsonun alacalı bulacalı bir köpeği sopayla kovaladığını gördüm. Köpek gözüme hiç de yabancı gözükmedi. Yerimden kalktım, lokantanın kapısından:
“Mercan!.. Mercan!..” diye seslendim. Köpek geri döndü. Bir süre gelsem mi, gelmesem mi, bocaladı. Sonra birden koşarak yanıma kadar geldi.
Bacaklarıma sürtünmeye başladı. Evet Mercan’dı. Zavallı Mercan! Kir pas içindeydi. Bir deri bir kemik kalmış, pis bir sokak köpeği olup çıkmıştı.
Anlattılar. Biz kasabadan ayrılınca Emin Efendi gelmiş, kendi evine götürmüş ama o durmamış.
Kaçmış, eski eve dünmüş. Bunu birkaç kere tekrar edince de Emin Efendi de akasını bırakmış. Bizim çıktığımız eve taşınan kiracı hiç köpek sevmezmiş. Mercan geldikçe basmış sopayı… O da sonunda
sokak köpeği olup çıkmış.
Bu olaylardan sonra yıllar geçti. Mercan’ın, bir sokak köpeğinin eski sahibini görünce bacaklarına
sürtünüşünü, ağlayıp sızlanışını hiç unutamadım. Ah, biz insanlar da köpekler kadar vefalı olabilsek. Vefa, erdemlerin en güzelidir çünkü.
Hasan Lâtif SARIYÜCE