KARADUT
İki katlı bir evleri vardı. Ev, ağaç çatkıların arası kerpiçle doldurularak yapılmıştı. Dışı samanla karıştırılmış toprakla sıvalıydı. Evin önündeki bir metre yüksekliğinde bir sekiye üç basamakla çıkılarak kapıya ulaşılırdı. Evin on metre önünden küçük bir su kanalı geçerdi. Genişliği bir buçuk metre kadardı. Komşu duvarına yakın tarafında bahçeden eve ulaşılan patikanın önüne gelen bölümü kapalıydı. Duvarın altından geçer, diğer komşuların bahçelerinden akar giderdi. Evin girişinin solunda dev bir ceviz ağacı vardı. Evin çatısını aşardı boyu, gökleri kucaklarmış gibiydi.
Sekinin komşu bahçe duvarına yakın boşluğundaydı karadut ağacı. Hemen hemen bir metre yakınında evin. Gövdesi en az otuz yaşındaydı. Çok eski çağlardan kalmış gibiydi. Üç dört metre yükseklikteki gövdeden taze dallar sürmüş, çatıya kadar uzamışlardı. Ana gövde incelerek kaybolurdu dalları arasında.
Çocuk arka bahçede sekiden sekiye atlayarak koşmaktan yorulduğunda sekiye oturur, karadut ağacına dalar giderdi. Ona ak sakallı bir ermişin dizi dibine oturmuş gibi gelirdi. Gövde bir heykel görünümündeydi. Yüz yıl yaşamış bir ihtiyarın yüzü gibiydi kabuğu. Yer yer budanmış dalların budakları ile göğe kaldırdığı ellerinden dallar fışkırmış gibi görünürdü.
Mevsimi geldiğinde meyveye dönerdi çiçekler. Yeşil meyveler önce hafif pembeleşir, kırmızılaşır, giderek daha koyu, siyaha bakan kırmızı bir renk alırdı. Her biri iki parmak boğumu kadar olurdu. Hafif ekşi ama oldukça da tatlı olurdu meyveleri. Zordur anlatmak tadını karadutun. Ekşi desen limona özgüdür, tatlı desen üzüme. Limonun, üzümün, kirazın, vişnenin, dudun tadını özel bir biçimde harmanlayıp, özel bir çeşni katar gibiydi bu karadut ağacı. Sanki kış boyu toplayıp dünyanın bütün tatlarını bilgelikle harmanlar gibiydi. Yemeye doyamazdınız. Sanki onlar için özene bezene tatlandırırmış gibi gelirdi çocuğa. Başka karadut ağaçlarının meyvesi vermezdi o tadı. O tadı ve çeşniyi yıllarca damağında taşıdı, yıllarca özledi.
Birgün büyük kentte pazar yerinde karadut gördüğünde küçük sepete kapar gibi yapışması ondandı. Çocukluğunda da karadut küçük sepetlerde, küçük bakraçlarda satılırdı pazar yerinde. Alır almaz bir tanesini atmıştı ağzına. İnanılmaz bir düş kırıklığına uğramıştı. Ne tadı, ne çeşnisi çocukluğunun karadutu değildi. Eve götürmüş ama yiyememişti. Çocuklarda pek hoşlanmamışlardı ilk kez yedikleri bu meyveden.
Karadut yerken eller mor siyah bir renge boyanırdı. Sabunla yıkamakla çıkmazdı. Yıkadıktan sonra sağa sola dokunduğumuzda bulaşmaz kirletmezdi ama elinizden çıkmazdı. Karadut yaprağı elde iyice ezerek eller ovuşturulursa tatlı bir pembeye dönerdi. Sonra kaybolup giderdi bir iki günde.
Sonra o talihsiz gün geldi. O gün evlerine hatırlı bir konuk gelecekti. Ağır konuk sayılanlardan biri. Yeni yaygınlaşıyordu beyaz naylon gömlekler. Zengin bir sınıf arkadaşları giymişti o gömleklerden birini ilk kez. Yakayı dik tutmak için takılan plastik parçayı papyon niyetine takarak gelmişti okula. O zamanlar hazır gömlek giyilmezdi. Gömlekçi abiler olurdu. Onlara diktilirdi gömlekler. “Fikri abine söyle bir gömlek diksin sana.” derlerdi. Bir ara ödenirdi parası. Kutuda satılan gömlekler çok pahalı olurdu. Kentin bir kaç lüks mağazasında tek tük bulunur ancak hali vakti çok iyi olanlar satın alabilirdi.
Konuğun geldiği günde karadutun iyice olgunlaştığı balını aldığı zaman. Tam altından geçerken iri bir karadut pat diye düştüvermişti gömleğine. Yüzü değişti, canı sıkıldı birden. Hepsi hoşgeldine dizilmişti kapıya. Hoşlamaları duymuyordu bile. Birileri akıl verecek oldu çivit filan. Neneleri noktayı koydu. En iyisi gömleği tümden boyamaktı siyaha. Yüzü daha bir allak bullak oldu. Bir kaç kelime mırıldandı. Gözü hep gömlekteki lekedeydi. Sabunlu bezle filan denediler. Çıkmaz bir desene dönüştüğüyle kaldı. Söylenmeye başladı. O bu neyse ama ağır bir konuğun geleceği tutardı canım. Kendi yabancı değildi ama ayıp olurdu elaleme. Ne ikram edildiyse burun kıvırdı. Kimi midesine, kimi karaciğerine dokunuyordu. Özel olarak alınan gofret, bisküvi tabağına uzanmadı bile. Konuk ağırlamanın vazgeçilmezini, çayı bile içmedi. Kahve de biraz bayat mıydı ne? Gömleği törenler için almıştı aslında. Pahasına güç yetmiyordu ama parasının önemi yoktu. Feda olsundu. Ama olmazdı ki canım. Başkaları ne derdi? Saydı, döktü aralık vermeden. Ev sahipleri çok çalıştı lafı değiştirmeye. Dönüp dönüp karaduta getiriyordu sözü. Sonunda bir hışım pek de yüz vermeden çıktı gitti.
Birkaç gün sonra okuldan geldiğimde karadut kesilmişti. Bişeye yaramaz kesilen karadut ağacı. Kesilip oduna yaramaktan başka. Kökü bile sökülmüştü, dipten sürmesine bile izin verilmemişti.
Çocuk oturdu kapının eşiğine elini yanağına dayayıp. Dişi çekilmiş gibiydi. Biraz ağlamaklı bakakaldı uzun süre. Zaman zaman ağaçlar kesilirdi bahçeden ya evin bir yerine direk yapılır ya masa ya da çürüyen taban tahtalarından biri için kullanılırdı. Yapılanlar yapılması gerektiği için mi nedir dokunmazdı ona. Bu kez bir dostunu kaybetmiş gibi hissetmişti kendini. Bir süre kabuğunun irice bir parçasını taşıdı çantasında. Karadutun parçası olduğunu anlamamıştı ninesi. Çıkıştı o odunu parçasını taşıyıp durduğu için. Dedesi birden anladı durumu. Kabuğu aldı, elinden tutup aşağıya indirdi onu. “Tavana atalım, leylekler yeni bir karadut getirsin.” dedi. Attılar. Sonra leylekler bir karadut fidanı getirdi gerçektende. Ön bahçeye diktiler ama tutmadı fidan. Birkaç fidan daha dikildi. Ama küsmüş, köklenip yeşermek istemez gibiydiler. “Yerini sevmedi.” demişti dedesi. Sonra leylekler karadut fidanı getirmez oldu. Çocuktu sonunda, unuttu gitti karadut ağacını.
Çağatay GÜLER