Çok eski zamanlarda, belki de daha eski çağlarda, ne kuşlar, ne balıklar, ne de karada yaşayan hayvanlar böyle güzel renklerle bezelilermiş. Bazıları uçamıyormuş, kanatları yokmuş; ötemiyor, kükreyemiyormuş, sesleri solukları duyulmuyormuş. Bazılarının yüzgeçleri, bazılarının yeleleri bulunmuyormuş. Hiçbiri bugünkü güzellikte değilmiş yani… Belki hepsi hayatından şikâyetçiymiş, kim bilir?
Günlerden bir gün koruyucu melekler toplamışlar bütün yaratıkları çevrelerine. Aslanlara güç, kuşlara kanatlar, balıklara yüzgeçler, kedilere sivri tırnaklar, farelere her şeyi kemirecek keskin dişler vermişler. Yani her hayvana onu koruyacak, savunacak gereksinim dağıtılmış anlayacağınız.
Sıra renk dağıtımına geldiğinde, her yaratık kendisine en çok yakışan renklerle bezenmiş.
En güzel, en ölümsüz sesi ilkin bülbül almış, kanaryaya da bülbüle yakın bir ses düşmüş. Kediye miyavlama, aslana kükreme, maymuna gülümser gibi kikirdeme, köpeğe havlama verilmiş, kurbağaya vak vak… Renginden, kanadından, yelesinden memnun olmayan bulunmadığı gibi sesinden de memnun olmayan yokmuş.
Yeni yeteneklere sahip olan bütün yaratıklar dünyaya koşmuşlar. Herkes hakkına razı, hayatından çok memnunmuş. Tek şikâyetçi yokmuş. Herkes, “En güzel benim, en görkemli benim, en güzel kanat benim, en güzel ben uçuyorum.” diyormuş.
Leylek, bütün bu olayların geçtiği sırada, çöllerde dolaştığı için hiçbir şey duymamış, koruyucu meleklerden de hakkı olan payı alamamış elbette. Neden sonra olanları kendisi mi fark etmiş, yoksa biri mi söylemiş, ne olmuşsa olmuş işte. Çok üzülmüş ama yine de bana da bir şeyler kalmıştır diye koşa koşa gelmiş dağıtım yerine. En güzel renkleri diğer yaratıklar alıp süslendiği için ona pek fazla bir şey kalmamış. Hangi rengi bulursa onunla yetinmiş. Bu yüzden fazla boyanıp süslenememiş, ak ak kalmış çoğu tarafı ama kanatlarından çok memnunmuş. Onu çok uzaklara rahatça götürüp getirdiği için. Ancak iş sese gelince işte o zaman ne yapacağını şaşırmış. Çünkü hepsi dağıtıldığı için ses diye bir şey de kalmamış. O sırada dağıtımın yapıldığı binanın pencereleri, kapıları kapanıyormuş, takur tukur.
“Bana bari bu sesi verin.” diye yalvarmış meleklere.
“Peki, sen istedikten sonra neden olmasın; al, güle güle kullan sesini.” demişler, gülümsemişler onun kaderine razı olmasına.
Sessiz olmaktan daha iyi bulduğu için leylek, pencerelerin kapanırken çıkardığı “tak tak” sesini sevinerek kabul etmiş.
“Ona içtenliğimi katarsam güzel olur. Büsbütün sessiz olmaktan daha iyi.” demiş. Dolaşmaya başlamış dünyanın en sıcak yerlerini yaz kış. Göçmen kuş olmuş.
Ama bütün bu olanlardan habersiz bir yaratık daha varmış. En son haber aldığı için geç varmış rengin, güzelliğin, kanadın ve sesin dağıtım yerine. Malzemeleri ve işleri bittiği için gitme hazırlığı içinde olan görevlilere yalvar yakar olmuş, yeryüzünde güzellikten nasibini alamamış bir yaratık olarak kalmak istemiyormuş, Görevliler acımışlar küçük böceğe; arayıp taramışlar, güzel, ince, zarif bir kanat bulup vermişler. Küçük böcek çok sevinmiş ama koruyucu melekler kendisini süsleyecek o güzelim renklerden de birazcık olsun bulsalar çok iyi olacakmış. Kanatlar nasıl bir tarafa sıkışıp kalmışsa tırnak ucu kadar boya da bir yerlerde bulunurmuş. Böyle renksiz yaşamak istemediğini söylemiş. Melekler, renk dağıtımının yapıldığı kap kacağı iyice kazıyıp birazcık kiremit rengi bulmuşlar. Çok sevinen böcek hemen kendini o renge bulamış, süslemiş, renksiz kalmaktan kurtulmuş. Kendisini güzeller güzeli görmeye başlamış.
Ama iş sese gelince ne yapsa nafileymiş. Melekler, bu konuda hiçbir şekilde yardımcı olamayacaklarını söylemişler. Artık geldikleri yere, sonsuzluğa gidiyorlarmış. Minik böcek onların yolunu kesmiş:
“Ben sesiz sedasız ne yaparım dünyada? Bana mutlaka bir şey verin, hiç olmazsa sivrisineklerinki gibi bir vızıltı olsun, varlığımı kanıtlayayım, sesimi duyurayım, dünyayı güzelleştireyim!”
Görevliler, mutsuzca başlarını öne eğmişler, bu kutsal ve çok güzel istek karşısında ne diyeceklerini bilememişler.
“Sessiz bir yaratık düşünemiyorum!” demiş küçük böcek.
O sırada güneş bütün görkemiyle dağların ardında batıyormuş. Yine o sırada ay doğuyormuş kocaman bakır bir tepsi gibi ve yıldızlar düşüyormuş gökyüzünün fosforlu maviliğine. Bu görkemli güzelliği gören küçük böceğin kafası birden ışımış, aklına çok güzel bir şey gelmiş:
“Bana ses yerine bu güzel ışığı verin,” demiş.
“Sen razı olduktan sonra verelim ama onu ne yapacak, nerede saklayacaksın?”
“Karanlıkları aydınlatacağım… Güzel yaz gecelerini süsleyeceğim… Sesim ışığım olacak, insanlar beni çok sevecekler…”
Koruyucu melekler uzun uzun konuşmuşlar, düşünmüşler ve güneşin ışıltısıyla yıldızların, ayın ışıltısını karıp saf bir hâlde böceğe vermişler.
Hakkı ÖZKAN