Yumurtalar, toplu iğne başı iriliğindeydiler. Babam küçük bir kâğıda sarılı olarak getirmişti onları. Tek tek saydım. Tam yirmi altı tane.
“Bir tek ipekböceği kelebeği, bunların on katı sayıda yumurta yapabilir.” dedi babam.
İpekböceği yumurtaları ile ne yapacağımı bilmiyordum. Babam onları bir karton kutuya koyup beklememi söyledi.
İçinde ipekböceği yumurtaları olan kutuyu rafa yerleştirdim. Sabah kalktığımda ilk iş olarak onlara bakıyordum. Yatmadan önce yaptığım son iş, yine onlara bakmak oluyordu Bu ikisinin arasında belki yirmi kez bakıyordum kutuya her gün. Günler geçti, hiçbir değişiklik olmadı. Artık iyice sıkılmaya başlamıştım.
“Biraz daha beklemem gerekir.” dedi babam.
Bir sabah kutuya baktığımda yumurtaları göremedim. On-on beş tane kurtçuk, kutunun kenarına tırmanmaya çalışıyordu. Kutunun dibinde yumurtaların kırıntıları vardı. Onca bekleme boşa gitmişti. Ağlayacak gibi oldum. Babama koştum.
“Baba!” dedim, “Yumurtaları kurtlar yemiş.”
Babam güldü. Buna kızdım doğrusu. Ben böyle üzgünken nasıl gülerdi?
“Bak Vedat…” dedi ensemi okşayarak. “O kurtçuklar yemedi yumurtaları. Onlar o küçük yumurtalardan çıktılar işte.”
İnanamıyordum. Birlikte gidip baktık. Kutunun içinde geziniyordu kurtçuklar.
“Şu minik parçalar, yumurtaların kabukları.” diye açıkladı babam. “Civcivler de yumurtadan çıkmıyorlar mı? İşte bunlar da civcivler gibi. Yalnız çok daha küçük… Görüyor musun ne kadar aç hepsi?”
Aç olduklarını nereden anladığını bilmiyordum. Bu minik yaratıkların neyle beslendiklerini de…
“Onlara dut yaprağı vermelisin. Daha çok küçük oldukları için ancak körpe yaprakları yiyebilirler.”
Hemen koştum, bitişiğimizde oturan Sabahat Teyze’nin kapısını çaldım. “Ne istiyorsun sabah sabah?”
“Bahçenizdeki dut ağacına çıkabilir miyim?”
“Deli mi oldun sen?” dedi Sabahat Teyze. “Bu mevsimde dut yok ağaçta.”
“Yaprak koparmak istiyorum.” dedim. “İpek böceklerim için.”
“İyi ya.” dedi kadıncağız. “Çık bakalım. Ağacın dallarını kırayım deme. Kendin de düşmemeye bak.”
Yaprakları özenle seçerek kopardım. Götürüp karton kutuya koydum. Çok beklemem gerekmedi. Kurtçuklar yapraklara tırmandılar. Her biri bir köşeden yemeye koyuldu. Dut yaprağını çok seviyor olmalıydılar.
Günler geçti. Kurtçuklar büyüdükçe, yedikleri yapraklar çoğalıyordu. Artık günde iki kez yaprak taşımak zorundaydım onlara. Başlangıçta sırf körpe yaprakları kemirirken artık en kocaman yaprakları bile yiyebiliyorlardı.
Sabahat Teyze bana iyice kızmaya başlamıştı.
“Ağacın yapraklarını bitireceksin.” diyordu. “Evde gerçekten ipekböceği mi besliyorsun sen, yoksa bir keçi sürüsü mü?”
Kurtçukları daha büyük bir kutuya aktarmak zorunda kalmıştık. Hem onlara artık kurtçuk denilemezdi. Koskocaman tırtıllar olmuşlardı. Aç kurt gibi yiyorlardı.
Geceleri yattığım yerden duyabiliyordum seslerini. Kırt kırt kemiriyorlardı sabaha dek. Yaprak yüklü bir dal bırakıyordum kutuya yatmadan önce. Sabah kalktığımda cascavlak buluyordum.
“O çatallı dalı kutudan çıkarma artık.” dedi babam bir gün.
“Üzerinde yaprak olmayan bir dalı bırakmanın yararı ne?” diye sordum.
“Beklersen görürsün. Buna benzer birkaç dal daha getirirsen iyi olur.”
Tırtıllarımın iştahı birden kesilmişti sanki. Artık yaprak yemiyorlardı. Bir köşeye çekilip tembel tembel oturuyorlardı.
Bir gün ilginç bir şey gördüm. Bir tırtıl dallardan birinin çatalına yerleşmişti. Ağzından çıkan incecik, saydam ve yapışkan bir iplikle ağ örüyordu. Hiç ses etmeden onu gözledim. Kendi çevresinde örmeyi sürdürdü ağını. Yaptığı, bir örümcek ağından çok değişikti. Kendi kendini ağın içine tutsak eder gibiydi.
Sonra öteki tırtıllar, sanki sözleşmiş gibi aynı şeyleri yapmaya başladılar. Her biri kendine uygun bir köşe buldu ve hiç dinlenmeden çalışmaya koyuldu. En sonunda da ördükleri fıstık biçiminde beyaz yuvaların içinde görünmez oldular.
Babam, bu beyaz nesnelere koza denildiğini ve ipeğin bu kozalardan elde edildiğini söyledi.
“Şimdi ne yapmalıyım?” diye sordum. “Beklemelisin.” dedi babam.
İpek böcekleri ilginçti ama bu bekleyişler canımı sıkıyordu. Üstelik, bu bekleyiş öncekilerden de uzun sürecekti galiba. Kozalarda hiçbir değişiklik olmuyordu.
“Olmaz olur mu?” dedi babam. “Kozanın içinde ne değişiklikler olduğunu bir bilsen, öyle şaşırırsın ki!”
Babamın ne demek istediğini günlerce sonra anladım. Kozalardan biri delindi, içinden bir kelebek çıktı. Uçamıyordu.
“Kozanın içine nasıl girdi bu kelebek?” diye sordum babama.
“Bilmiyor musun?” dedi. “Tırtılı tanımadın mı? Kozanın içinde geçirdiği süre boyunca gelişti ve kelebek oldu.”
Hiç de tırtıla benzer yanı yoktu. Bir-iki gün içinde öteki kozalar da birer birer delindi, başka kelebekler çıktı ortaya. Bunlardan bazıları ikişer ikişer kuyruklarından birbirlerine yapışıyor, öylece duruyorlardı.
“İpekkelebekleri çiftleşiyor.” diye açıkladı babam. “Sonra dişi kelebekler yumurtlayacak. Bu yumurtalardan da yeni kurtçuklar çıkacak. Tıpkı tavuklar ve horozların üremesi gibi.”
Bütün bu olan bitenler biraz karışık görünüyordu bana. Kutudan bir koza aldım. “Şimdi bu kozalardan ipek elde etmek için ne yapmamız gerekiyor?”
“Artık çok geç oğlum. Bu kozalardan ipek elde edemezsin.”
“O nedenmiş?”
“Çünkü ipekkelebeği dışarı çıkarken kozayı deldi. Bu da bütün ipek iplikçiklerini parça parça etti.”
“Yine anlamamıştım. Sordum:
“Peki, her zaman nasıl yapıyorlar bunu? Yani ipek üreticileri… Eğer kelebekler hep böyle kozayı delerse…”
“Kozanın bütün kalması, parçalanmaması gerekir.” diye anlattı babam. “Bu yüzden de daha kelebekler dışarı çıkmadan, kozalar kaynar suya atılır.”
İpek, yumuşaklığını yitirdi kafamın içinde. Güzelliğini de yitirdi.
Yün elde etmek için bir koyunun tüylerini kesersiniz. Koyuna bir şey olmaz. Tüyler yeniden, belki eskisinden daha gür olarak uzar. Ama ipekkelebeğini öldürmeden ipek elde edemezsiniz.
Sulhi DÖLEK